Haziran 27, 2076, 22.03
Serin bir rüzgar yüzünü hafifçe okşayarak geçiyor ve saçlarını arkaya doğru savuruyordu. Sigarasından derince bir nefes aldı. Dünya onu ziyadesiyle sıkıyordu. Bu sıkkınlık bir bıkkınlıktan ötürü gelmiyordu. İçini kıpır kıpır yiyen bir değişim beklentisi sarıyordu. Yükselen gökdelenler, şu ışıklı yollar; hani şu geçen sene ailesinin üstlendiği ihaleyle yapılan yollar...
Şehrin sesi susmayan bir bebeğin sesi gibi geliyordu. Ne kadar sevimli olursa olsun nihayetinde o sevecenliğini kaybeden, aklı tırmalayan öyle ki kimi zaman o sesi herkesten çok annelerin kesmek istediği - ve kimi zaman gerçekten kestiği - sesler. Kendini bu şehrin annesi gibi görüyordu. Onu çok seviyordu fakat bazı şeylere de tahammülü kalmamıştı. Çocuğu büyüsün istiyordu. Değişsin...
Varabyova Vyeja şehrin en uzun gökdeleni değildi belki ama en uzunlar listesine de adını kesin sokardı. Her yeri görebiliyordu. Birkaç blok ötedeki içinde daima bir Lukaşenka'nın yaşadığı RPRB'yi, Hemen az ilerisindeki Kutsal Ruh Kilisesi'ni; azıcık uzaklara baksa beyaz gecenin ardında parlayan Radoşkoviç'i bile görüyordu. Hava güzeldi. Her şey güzeldi lakin o yine de huzursuzdu.
Neye daldın lyubimaya?
"Neye mi daldım?" diye içinden düşündü. Zira bu hal onun için olağan haliymiş gibi geliyordu. Durmadan kurulan hayaller öyle ki başı çatlatacak gibi. Onun için az önce geçirdiği birkaç saat bir dalgınlık, bir aldatmacaydı. Şu saniye değil. Kadının yüzüne doğru hafif bir tebessümle baktı. Önce belinden sıkıca kavradı ve kendine doğru çekip sigarasından çektiği nefesi üflemek üzere dudaklarına dudağını dayadı, üfledi. Ardından saçından tutarak iyice öperek bir iki adım ileri atıp kadını aşağı doğru fırlattı. Kadın dehşetle bağırdı. Bir şeyler söylemişti ama pek de anlamamıştı. Sigarasından bir duman daha alıp bir kenara attı. Ardından hızla iki adım atıp kadının arkasından balıklama atlar gibi atladı.
Kadın dehşetle ellerini kollarını çırpıyor ve hızla aşağı iniyordu. Uladzislau ise dik duruş şekli sayesinde kadından daha hızlı ilerliyordu lakin pek de ona yetişecekmiş gibi durmuyordu. Zaten aklında ona yetişmek de yoktu. Gözlerini yakalamaya çalışıyor ve onun da sabit durup kendisine bakmak istiyordu. O iki altınımsı renkteki gözlerde belki korku, belki heyecan belki de hayranlık arıyordu. Bu sırada zaman hem yavaş hem de çok hızlı geçiyor gibi hissettiriyordu. Keşke diyordu, benim ona baktığım gibi bana bakabilseydi.
Yeleğinden bir çift küçük çıkıntı çıktı ve arkasında mavi bir ışık belirdi. Ardından hızlanmaya başladı ve kadınla aynı hizaya gelip hızını sabitledi. Sağ elini sırtına dolayıp döndürerek kadını da kendisi gibi başı göğe bakar bir konuma getirdi ve yaralanmayacak bir hıza doğru kendini yavaşlamaya başladı fakat kadının öfkesi daha diri olsun, daha atik olsun diye onu biraz erken ve biraz da dengesini bozarak yere doğru bıraktı. Kadın kendi ekseninde yerde birkaç kez yuvarlandıktan sonra yavaşça ayağa kalkmaya başladı. Bu sırada Uladizslau'da pişkin, meraklı ve heyecanlı bir bekleyiş vardı. Suratından da bu okunuyordu.
Aklını mı kaçırdın lan sen ko'duğumun salağı?
Hışımla Uladzislau'a doğru koşmaya başladı ve bir tokat indirdi. Uladzislau kadının gözlerinin içine sanki bir ölünün gözlerine sahipmiş gibi bakmaya devam ediyordu. Tek bir anını kaçırmak istemiyordu. Görmek istiyordu. Her şeyi, her şeyiyle görmek istiyordu. Kadın onun bu donuk, korkutucu ve biraz da pişkin gözlerini gördük.e daha da öfkeleniyordu. Bir tane tüm gücüyle yumruk salladı.
Kafayı mı yedin sen? Sen kim oluyorsun sen? Zengin züppe! Piç! Anası merhum! İtin oğlu! Siktir git -- Siktir -- Püh! Git!
Kadın her bir kelimesinde tokat, tekme ne bulursa vuruyordu. Ne yaparsa yapsın hıncını alamıyordu. O ölüm korkusunun verdiği adrenalini bir türlü atamıyordu. Nihayetinde kızın kolunu kaldırmaya dermanı kalmadı. İlk defa böyle hissediyordu. Kolunu kaldırmaya çalıştığını hissediyor fakat garip bir acı ve ağrı onu bundan alıkoyuyordu. Hızlı hızlı soluklanırken Uladzislau'un kaşından ve dudağından akan kanı gördü. Bu onu hem biraz ürkütmüş hem de biraz dinginleştirmişti fakat o akan kanların, yarılan etlerin içinde halen daha o pişkin suratı görmek onu yeniden deli etti.
Ağlamaklı gözlerle yeniden adama doğru koşup bir yumruk daha atmak istedi fakat Uladzislau onu kolundan tuttu. Kadının içini büyük bir korku kapladı. Ne olursa olsun karşısındaki bir erkekti, gücü ona yetmezdi. Bu fiziksel gerçekliğin yanında bu tokatları kime attığının farkına vardı. Kim olduğunu tanıyor değildi fakat ilk kez birisi onu Varabyova Vyeja'ya getirmiş ve hatta penthouselardan birinde ağırlamıştı. Onun zenginliği muhtemelen kendi ailesinin Romanovlar dönemine kadar uzanan kümeli birikiminin yüzlerce katıydı. Bir anda çok korkmuştu. Şimdi kendisine ne olacaktı? Kolunu korkuyla kurtarmaya çalıştı.
Bırak beni! Bırak beni diyorum! Gid'icem!
Uladzislau kadını kolundan çekip vücuduna dayadı. Kadın kendini kurtarmaya çalışmaya devam etse de birkaç saniye sonra duruldu. Genç Varabey kadının yanağına burnunu yavaşça sürttü ve dudağını bulup öpmeye başladı. Kadın ne yapacağını şaşırdı. Kendini bıraktı. Adamın suratından akan kanlar yüzünü kirletiyor ve süzülen birkaç damla kan iki dudağı birbirine mühürlüyordu. Kadın önce adamın yumuşak saçları arasında elini gezdirdi, biraz çekti ve sonra sanki aklı başına geldi ve adamı ittirerek kendini kurtardı. Hiçbir şey söylemedi. Bir anda üstüne büyük bir yorgunluk çökmüş gibi hissetti. Adama doğru son bir kez bakıp arkasını döndü ve yavaşça yürümeye başladı. Ağır ağır ilerledi. Canı bir şeylere sıkılmıştı. Hayata, kadere ve ahvaline. Ah ne yazıktı ona.
Bu sırada Uladzislau isimsiz bir hesaptan 10 Milyon Ruble'yi kadının hesabına göndermişti. Kadın ağır ağır yürümeye devam ediyordu. Akıllı lensine bildirim gelmişti. Zengin olmuştu, babasının ve ailesinin onu bu yaşına getirene kadar harcadığı paranın katlarca fazlasını az önce kazanmıştı. Yüzünde birazcık bile bir gülümseme olmadı. Arkasını bile dönmedi. Ağır ağır gidip binanın bahçesinden çıkıp caddeye varmadan önce sessiz fakat keskin bir söz söyledi. Bu sırada kızın gözünden akan bir damla yaş, beyaz gecenin parıltısını yansıtan bir elmas gibi toprağa düştü.
Teşekkürler.
----
Kutsal Ruh Katedrali, Minsk, BY
Haziran 28, 2076, 07.43
Yavaş adımlarla katedralin ortasında yürüyordu. Henüz kendisinden başka kimse gelmemişti. Her bir ikonun önüne geldiğinde ıstavroz çıkartıyor ve her bir azizin önünde bir başka şeye aklı gidiyordu. Zamanın geçmesini durgun bir heyecanla bekliyordu. Zira bugün burada yalnızca sıradan bir Kutsal Litürji için bulunmuyordu. Uzun zamandır yapmadığı ve belki de hiç bu kadar samimi olmadığı bir iş için de gelmişti.
Arkasında bulunan görkemli kapı gıcırtılarla bir ileri bir geri gitmeye başlıyordu. Minsk'in en saf kalpleri gümüş kapıdan içeri giriyordu. Sıcacık yataklarını terk eden, derdi olan-olmayan, bir geleneği sürdürmek isteyenler, canı sıkılanlar hepsi buradaydı. Fazla değillerdi, eski günlerindeki gürültüsünden çok uzaktı ama sonuçta birileri yine de vardı. Peder Kirill, Uladzislau'ı ismiyle tanımıyordu belki fakat her pazar günü gelmesinden ötürü ikisi arasında hatra değer bir dostluk var denebilirdi. Peder elini hafifçe kaldırarak "Günaydın Gospodin Mstsislau" diye seslendi. Uladzislau başını hafifçe öne eğerek "Günaydın peder." diye karşılık verdi ve bir köşeye geçerek Litürji'nin başlamasını bekledi.
Peder mihraptan iki eline de üçlü şamdan alarak insanlara doğru yaklaştı ve ayin başladı. Diyakoz seslendi:
-Ayakta duralım! Hayretler içinde kalalım! Dikkatli olalım ki barış içinde kutsal sunumuzu yapalım!
İnsanlar karşılık verdi:
-Barışın merhameti, övgünün diyeti!
Peder söze başladı:
-Rabbimiz İsa Mesih'in lütfu, Baba Tanrı'nın sevgisi ve Kutsal Ruh'un paydaşlığı sizlerle olsun!
-Ruhunla olsun!
-Kalplerimizi açalım!
-Lordumuza açalım!
-Rabbimize hamd olsun!
-Doğru ve hak olan odur...
Peder şamdanları üç tarafındaki insanlara doğru da yaklaştırıp çekti. Ardından arkasını dönerek normal bir ses tonunda konuşmaya başladı:
-Doğru ve hak olan senin egemliğinde sana hamd etmek, sana şükretmek, seni övmek, senin için ilahiler söylemek, sana tapmaktır. Sen ki ya Rab; Tarif edilmez, Akıl almaz, Görülmez, Anlaşılmaz ve sonsuza kadar var olup sonsuza kadar aynı olan Sen, Biricik Oğlun ve Kutsal Ruhsun. Bizi hiçten var eden sen, düştüğümüzde bizi kaldıran sensin! Müjdelediğin cennetini ve krallığına bizi getirene kadar hiçbir şeyi yarım bırakmadın! Her şey için sana şükrediyoruz ya Rab! Sana, Oğluna ve Kutsal Ruh'a ya Rab! Bildiğimiz veya bilmediğimiz bize bahşedilen zahir ve batın bütün nimetler için şükürlerimiz sanadır ya Rab! Etrafında binlerce başmelek, onbinlerce melek, altı kanatlı çok gözlü Kerubi ve Serufimlerle sarılı sana bu Liturji için şükrediyoruz ya Rab!
İnsanlardan ilahinin sözlerini bilenler arka planda ince bir sesle okunan ilahiye eşlik etmeye başladı:
-Ey Kutsal Orduların Komutanı! Cennet ve dünya senin şanınla dolup taşar! En yücelerden olan, yalvarırız kurtar! Rabbin adıyla gelen Mesih. En yücelerden olan, yalvarırız kurtar!
Peder devam etti:
Bu kutsal kuvvetlerle, İnsanlığı seven efendimiz için haykıralım: Sen kutsalsın, en kutsalsın! Sen ile senden olan Oğlun ve Kutsal Ruh! Sen Kutsalsın, en kutsalsın! Dünyayı öyle çok sevdin ki ona senden doğan oğlunu verdin. Öyleyse ona inanan kimse yok olmamalı, ebed müddete dahil olmalı! O gece ki geldiğinde, bizim kurtuluşumuz için kendini teslim ettiğinde; kutsal, temiz ve günahsız ellerine ekmeği aldı Şükür ve Bereket ile ekmeği kırdı ve havarilerine verdi. Dedi ki:
Papazlar ve kilise korosu hep bir ağızdan:
-Alın, yiyin. Günahlarınızın bağışlanması için bu kırılan benim etimdir.
-Amin.
-Aynı şekilde yemeğini sunduktan sonra eline kabı aldı. Şöyle dedi:
-Hepiniz bundan için. Bu sizin ve birçoğunuz için günahlarınız bağışlansın diye akan kanımdır.
-Amin.
Peder devam etti:
-Öyleyse bizim için yapılan her şeyi hatırlayalım: Haçı, Mezarı, Dirilişi, Yükselişi ve Rabbin ikinci ve şanlı dönüşünü.
Biz seni her şeyinle, her şey için yine sana sunuyoruz.
Ekmek ve şarap ayini nihayetinde sonlanırken herkes yavaş yavaş katedrali terk ediyordu. Birkaç dakika sonra Uladzislau'dan başkası kalmadı. Peder Kirill onun durumunu anladı ve biraz da garipsedi. Zira Uladzislau son birkaç aydır eksiksiz olarak kilise ayinlerine katılsa da hiç günah çıkartmaya gelmemişti. Peder, eliyle Theotokos ikonunu işaret etti. Uladzislau yavaşça ikonun önüne gelerek iskemlelerden birine o, birini de Peder oturdu.
"Bir günah işledim. Katoliklerin 'ölümcül' dediklerinden." Uladzislau pederden ufak da olsa bir yanıt beklemişti fakat peder hiçbir şey demeksizin onu dinlemeye devam etti. "Kibir." dedi, derince bir nefes vererek. "Eğlenmek istemiştim; Vodka, Müzik, Yemek" Biraz duraksayıp soluklandı. Meryem Ana'nın gözlerinin tam içine bakmaya başladı. "Uyuşturucular, kadınlar." Sağ elini havaya kaldırdı, bu Kanada günlerinden kalma bir alışkanlıktı. "Ama tanrı şahidim bu hususta bir bildiğim bir günahım yok. İçimde 'acaba ihtiyacım olan bu mu' diye bir his bile oluşmadı." Elini indirip pedere döndü. "Hepsi peşi sıra ve iç içe geldi fakat arkadaşlarım ne yaparsa yapsın beni neşelendiremedi. Nihayetinde onlar da vazgeçti ve hepsi de kendi dünyasına döndü. Onlardan ayrıldım ve barın köşesinde kendimce otururken bir genç kız yanıma geldi. 18'inden bir yaş dahi büyükse ne mutlu. Belki paramı yolmak için geldi, belki bir arkadaşım yolladı, belki de gerçekten benden hoşlandı. Bilemiyorum; lakin nihayetinde yanıma oturup bana nasıl olduğumu sordu." İskemleye biraz daha dik oturup duvarlardaki ikonalara göz gezdirmeye başladı. "Uzun bir süre sonra o an güldüm peder. Zira içimi ona anlatmaya ne dilim yeterdi ne de Rus'un lisanı. Efendimizden başka kimsenin beni anlayabileceğini sanmıyorum. O beni güldürünce o ne isterse onu yaptım. İçtim, içirdim. Yedim, yedirdim. Öptüm. Minsk'in çok gezilecek bir yeri yok lakin birkaç saat içinde istediği her yere gittik. O eğlendi fakat ben hiçbir şey hissetmedim. Yalnızca onun eğlenmesini izledim." Başını önüne eğdi günahın ağırlığını kendince hissetmeye başlamıştı. "Onu Varabyova Vyeja'nın çatısına çıkardım. Minsk'i en güzel gören yerlerden birisine. O bunu romantik buldu. Yüzündeki masum sevinci görmeliydin peder. Efendimizi görenlerin neşesine belki denktir. O mutlu bir çocuk gibi bir sağa bir sola bakarken ben hiçbir şey hissetmiyordum. Zira Minsk, yine aynı Minsk idi. İlk kez göreceğim bir şey yoktu. Yanıma geldi ve sıkıca sarıldı. Bana 'Lyubimaya' dedi. Zira ona adımı söylememiştim, ondan da söylememesini istedim. Adını dahi bilmediği bu insansının yanında kendini öylesine huzurlu ve güvende hissediyordu ki. İçimden bir his, bir dürtü yükseldi. Hani bir kenara gelirsin de içinden atlamak gelir. Tam olarak o his. Gözüm karardı, kızardı bir şey görmez oldum. Kendime geldiğim gibi onu tuttum ve kuleden aşağı attım." Peder duyduğu karşısında bunu ne kadar gizlemek istese de irkildi. Bunu farkeden Uladzislau hikayenin tatkaçıranını söyledi. "Tabii ki onu öldürmedim Peder. Onu kurtardım elbette." Bıyık altından da "Her ne kadar onu kurtarılacak duruma ben getirmiş olsam da." Pederin içi bir nebze olsun rahatlamıştı. Uladzislau devam etti: "Tekna-şyut'um ile onu yakaladım ve yere indirdim. Bana küfretmesini, vurmasını, öfkeden delirmesini izledim. Gözlerimi ondan bir saniye olsun alamadım. Onun öfkesini, hiddetini izlemekten başka hiçbir şey istemez olmuştum. Sanki bundan besleniyordum. O hiddetlendikçe ben keyifleniyordum. Onun yaşadığını hissediyordum ve ben de ancak böyle yaşayabiliyor gibiydim." Başını kaldırıp katedralin tavanına bakmaya başladı. "Bir günah işledim peder. Büyük bir günah. Bağışla beni, bağışlat beni! Ben bu iğrençliklerimi unutsun diye para verdim peder. Yalnızca parayı alsın ve gitsin istedim. Benden bir köşede nefret etsin fakat bu nefretiyle abad olsun, istediğini yapabilsin istedim. Buna karşılık hiçbir şey istemiyorum sanıyordum." Bu sırada bir damla göz yaşı şakağından süzüldü. Boğazındaki bir yumru arada sesinin çatlamasına sebep oldu. "Lakin istemişim peder! Ben ona kötülükten başka bir şey yapmadım. Arkasını yürüdü gitti. Yürüyüp gitse iyiydi. İnsan hıncını binbir yoldan alır. Belki intikam kurgular diye bile düşündüm fakat o bana en büyük kötülüğü yaptı peder: Bana teşekkür etti. Beni kibrimle, iğrençliğimle, yalnızlığıma terk ederek bıraktı. Ben benim gibi kötü ve aciz birisine kötülük yaptığımı sanıyordum lakin o bana aşağılamaların, suçlamaların en büyüğünü yaptı peder. Söyle peder! Ben ne yapacağım. Hoşana peder! Hoşana!
Peder Kirill de duyduklarını anlamlandırmaya çalışıyordu. Zira «Mstislau»'u bugüne kadar kendi halinde iyi bir Hristiyan olarak tasavvur etmişti fakat şu an karşısındaki onun için bir çocuktan ve hatta deliden farksız değildi. Sözlerini iyi tartması gerektiğini hissediyordu. Eliyle Uladzislau'un üstünde Istavroz çıkardı Slavonca dualarından birini yakardı ve söze girdi: "Gospodin Mstislau. Şeytanların insanların bedenine musallat olabileceğine ve hatta ele geçirebileceğine inanır mısınız?" Uladzislau ağlamaklı gözlerle ne diyeceğini bilemedi. Şeytanın insana musallat olabileceği elbette Kitab-ı Mukaddes'te açık açık belirtiliyordu fakat modern zamanlarda bir insanın ayaklarının ters dönüp tavanlarda dolaşması -tabii ki bir Gelişmiş değilse- pek de gözle şahit olunabilen bir sahne değildi. Peder Kirill Uladzislau'un bu duraksamasından yanıtı almıştı. "Tabii ki kast ettiğim 'Paranormal' durumlar değil. Yaratılış kitabını hatırlayınız. Şeytan Havva'yı elmaya götürürken onun elini veya ayağını tutmamıştı. Yalnızca Elmayı yemelerine salık vermişti. Nitekim elmayı yemek veya yememek yine Havva ve ona beden olan Adem'in elindeydi." Uladzislau biraz olsun durulmuş ve Peder'i dikkatlice dinlemeye başlamıştı.
"Unutmayın ki Havva elmayı ne tadı güzel diye ne de acıktığından yedi. Yalnızca Tanrı gibi olmak ve bir şeyleri bilmek için yedi." Uladzislau onu dinledikçe bazı parçaları kendince oturtuyordu. "Belki siz de bir şeyleri arıyor, bekliyor, istiyor olabilirsiniz ve belki de sırf bu yüzden birileri size vesvese veriyor olabilir. Aynı Havva ve Adem gibi dinleyip dinlememek size kalmış lakin burası ne Aden Bahçesi ne de Tanrı'nın Krallığı." Peder Kirill kapıdan dışarısını gösterdi. Kilisenin önünden geçenlerin, meydandaki araçların sesleri duyuluyordu. "Dinleyin Gospodin Mstislau. Eğer ben konuşmuyor olsaydım dinleyeceğimiz ses buydu. Fakat ben konuştuğum için bu sesler size gelmiyor. Anladığım kadarıyla yalnız kalıyor, bir şeyleri bekliyor veya arıyorsunuz. Yalnız kalmak huzurun ve nefsin terbiyesi için en gerekli şeydir fakat unutmayın ki Efendimiz dahi çölde 40 gün kaldı. Ve unutmayın ki Şeytan ona bu yalnız kaldığı 40 günün içinde geldi." Peder Kirill Uladzislau'un gözlerinin tam içine baktı. "Yalnız kalmayın ve asla kendi düşüncelerinizle haddinden fazla kalmayın."
"Günahınız Tanrı tarafından bilinsin diye kiliseye gelmezsiniz. Zira Tanrı zaten bundan haberdardır. Fakat Tanrı'nın evinde yankılanması, bir Tanrı Adamı'nın kulağına düşmesi bu isteğinizi samimi kılar. Zira içten edilen tövbe kalp tarafından mühürlenmemiştir. Bağlayıcı olmaz. Bu Tanrı'nın bizimle yaptığı yaratılışıma dair bir ahittir. Genç kıza yaptığınız ve ona davranışınız elbette kötüdür fakat ondan teşekkür beklemeniz zikren olmamışsa ve buna dair bir imanız bulunmamışsa edilen teşekkür, aciz bırakılan bir yüreğin işareti değil gönlü bol bir azizeliğin nişanesidir. Zira o teşekkür yalnızca maddiyattan gelen bir şükran değil affetmekten ileri gelen bir tesellidir."
Peder Kirill sözlerinin sonuna yaklaştığına inandığı için yavaş yavaş doğrulmaya başlıyordu: "Ben bir Tanrı adamı olabilirim lakin Tanrı değilim Gospodin Mstislau. Niyetleri yalnızca öz bilir ve yalnızca 'O' okur. Siz kendi payınıza düşeni yaptınız. Efendimize hamd olsun. Zira onun merhameti ebedidir. Affedici olan odur." Uladzislau oldukça tatmin olmuş bir biçimde ayağa kalktı ve "Teşekkür ederim Peder." diyerek Istavroz çıkardı. Birkaç adım atarak kapıya yönelmişti ki Peder seslendi:
"Gospodin Mstislau. Eğer dinlemeyi bırakamıyor olursanız konuşan siz olun zira etraf ne kadar gürültülü olursa olsun konuşan kişinin duyduğu en net şey, kendisidir."
---
Varabyova Vyeja'nın 92. Katı, Minsk, BY
Haziran 30, 2076, 19.32
Kanstantsin Varabey çıldırmış gibi sinirliydi. Eline aldığı vazoyu bir kenara fırlattı ve kırk pareye ayırdı. Bu öfkenin ana sebebi biricik oğlundan başkası değildi. Kanstantsin yeniden kükredi:
-Yarattığım herşeyi, Yarattığımız her şeyi mahv mı edeceksin lan sen sokuk!
Uladzislau hiçbir şey demeden öylece bakıyordu. Annesi Alisa -yıllardır yaptığı gibi- evladını kollamak ve babasının geri basmasını istiyordu lakin o bile bu hususta içten içe Kanstantsin'e hak veriyordu. Zira Uladzislau o vahşi fakat kontrollü durgunluğunu kaybetmiş gibiydi. Bir anda yemek masasında söze girmiş ve bir "Medya Şirketi" kurmaktan bahsetmişti. Bu birçok açıdan absürttü. İlk olarak burası Belarus'tu ve Lukaşenkaların kontrolü altına girmeden tweet atmak bile sıkıntılı bir süreçti. İkinci olarak o artık açıkça ilan edilmiş bir Gelişmiş idi. Onaylandığından beri geçen yıllar tek el parmaklarıyla bile gösterilebiliyordu. Toplum daha bu gerçeği kabullenmekte zorlanırken bu tarz bir girişim çok radikal idi. Üçüncü ve son olarak ise Uladzislau bugüne kadar bir kez olsun para yönetimine dair bir iş yapmamıştı. Ne istediyse o an yanında olmuş, nerede olmak istediyse o an orada olmuştu. Herhangi bir biçimde başarılı olması mümkün değildi fakat bu Alisa için sorunların en küçüğü ve önemsiziydi. Uladzislau söze girdi:
-Bütün hayatım boyunca yalnızca sizi dinledim. Dadılarımı dinledim, başıma belki nöbetçi olsun diye tuttuğunuz mürebbiyeleri dinledim. Yıllar boyunca, her an. Uykumda bile süren ninniler. Mozart, Beethoven, Çaykovski, Say ve bilmem kimler. Artık sessizlikte bile bir şeyleri dinler hale geldim. Bunun ne anlama geldiğini bildiğinizi sanmıyorum.
Kanstantsin histerik tınılarda güldü "Lanetlendik! Lanetlendik! Amına koyayım boyutlarının da geçidinin de." diye bağırarak Kuzey Kanadı salonuna doğru uzanan koridora doğru ilerledi. Alisa biricik evladına şefkatle baktı. Uladzislau da ona baktı. Alisa'nın optik lensinde ufak bir parıltı oldu ve Uladzislau'ya mesaj yolladı. Ardından parmağıyla sus işareti yaptı ve yavaşça gitmesi için bir el hareketi yaptı. Uladzislau söyleneneni yine 'dinleyerek' kattan ayrıldı ve optik lensine mesajı yansıttı:
Üstte hiç görmediği ve yalnızca ismen tanıdığı halasının ismi yazarken aşağıda da bir koordinat bulunuyordu. Halasını hiç görmemiş, merak etmemiş ve doğrusu ne yaptığını da hiç öğrenmemişti. Fakat annesi onun ismini boş yere vermiş olamazdı. Bu yüzden içinde herhangi bir şüphe olmadan Sosenka yakınlarında bir yeri imleyen koordinata gitmek üzere garajdan -pek dikkat çekmemek için- Lada marka bir aracı alarak yola koyuldu. 15 dakika sonra işaretlenen konuma ulaştı. Karşısında sade fakat görkemli bir malikane bulunuyordu. Devasa kapıya iyice yaklaştıktan sonra bir robotik kol duvardan çıkarak arabayı scan etmeye başladı. Ardından cama yaklaşarak robotik bir ses ile "Lütfen dik olarak ekrana bakınız" dedi. Varabey denileni yaptı ve gözü okunduktan sonra kapı ağır ağır açılmaya başladı.
Araba ile içeri girdikten sonra Neris Nehri'nin doldurduğu göl bütün ihtişamıyla görünür olmuştu. Malikane Güneybatı yönüne bakar olarak inşa edilmişti. İçeride tenis kortu, futbol sahası gibi alanlar bulunurken batı tarafında bir at ahırı vardı. Kuzey tarafı tamamen Vilyeyka Rezervuarı ile kaplıyken doğu tarafı birazcık ormanlık olarak bırakılmış muhtemelen bir treking alanıydı. Uladzislau arabasını park ettikten sonra kendisini karşılamaya genç bir adam geldi. Siyah saçlı hafif badem gözlü ve boy olarak da pek uzun değildi fakat iyi giyimliydi ve eli yüzü de düzgün idi. "Hoş geldiniz Sayın Varabey." dedi. Eliyle buyur ederek: "Hanımefendi sizi sahilde beklemekte."
Kısa bir yürüyüş sonrası ayağın altın renkli kumlara değeceği anda yaver yine en baştaki gibi bir buyur etme işaretiyle başını öne doğru eğdi ve hiçbir şey demedi. Uladzislau buyur edildiği şekilde ince ve altın kumların döküldüğü sahilde, Kseniya Mikalayeuna'ya doğru yürümeye başladı.
Kseniya 30'lu yaşlarının sonunda fakat -zenginliğin getirdiği imkanlarla beraber- oldukça genç görünüyordu. Saçları platin sarısındaydı ve dalgalıydı. Şezlonga uzandığı için tam olarak belirtmesi zordu fakat yaklaşık olarak omuzlarına geliyordu. Gözünde lacivert bir güneş gözlüğü vardı ve üstünde de bir plaj takımı ve onun üstünde de bir beyaz bir pareo bulunuyordu. Vücudu düzenli olarak spor yaptığına işaret ediyordu. Yanındaki masada Saperavi marka bir şarap şişesi ve iki kadeh bulunuyordu. Uladzislau Kseniya'nın solunda bulunan şezlonga yanlamasına oturdu.
Kadın başını eğerek gözlüğünün üstünden Uladzislau'ya baktı. "Alya'ya benziyorsun." dedi ve sol elini şıklattı. Az önce kendisini buraya kadar getiren kahya şişeyi aldı ve oldukça resmi bir biçimde kadehlere doldurdu. Tam kahya kadehi alıp Uladzislau'a götürecekti fakat Kseniya sol elinin işaret parmağını kaldırarak durması için işaret yaptı. "Yiyecek bir şeyler ister misin." diye sordu. Genç adam elini sallayarak "Yok, teşekkür ederim hala." dedi ve Kseniya elini çektiği gibi kadeh Uladzislau'a verildi.
-Alya senin için bana ihtiyacın olduğunu söyledi fakat nedenini söylemedi. Söylemek ister misin?
Bu sırada kadehini yavaşça sallıyor ve içindeki şaraptan bir girdap yaratıyordu. Uladzislau söze girerken de bardağı koklamaya başlamıştı.
-Açıkçası bana nasıl yardım edebileceğini ben de bilmiyorum zira tam olarak seni tanıyorum bile denemez hala lakin babamla tartışmam sonucu annem beni buraya yolladı.
-Sebep neydi peki?
-Bir şirket kurmak istediğimi söyledim.
-Zaten bir şirketin parçası değil misin, değil miyiz? Bizi birbirimize bağlayan yegane şey de bu değil mi?
-Hem evet, hem hayır. Senin konumunu bilmiyorum lakin ben yalnızca Kanstantsin'in oğluyum. Fazlası değil. Her şey hakkında söz sahibiyim ancak tek bir şeyde dahi karar verici değilim. Benim nazarımda zenginliğim bir köpeğin önüne koyulan yemek gibi. Saati saatine orada, lakin nereden geldiği belirsiz.
Kseniya kadehi yavaşça içti ve bir yudum aldı:
-Nereden geldiğini bilirsen rahatlayacak mısın?
-Hayır artık sadece bu bilgiyle tatmin olamayacağım kadar geç kaldınız.
-Pekala, bu zahmete niye katlanacaksın ki? Tatmin dahi olsan nihayetinde elde edeceğin şey şu anki hayatından daha fazlası olmayacak.
-Doğru, lakin yaşadığımı hissetmemin tek yolu bu.
Kseniya hafifçe tebessüm etti ve kadehinin son damlasını da içti. Bu sırada Uladzislau halen daha kadehine dokunmamıştı.
-Dedikleri doğru mu, gerçekten de mütedeyyin biri misin?
Uladzislau da tebessüm etti ve kendince bir espri yaptı:
-Tanrı bilir.
Kseniya kendince düşüncelere daldı ve tebessümünü korumaya devam etti. Sesli fakat kendi kendine söylediği belli olan bir tonda devam etti:
-Keşke senin yaşına dönebilsem...
-Ee, bana nasıl yardım edeceksin.
-Bilmem, belki yatırımcın olurum belki de yalnızca telefondan arada bir akıl alabileceğin "babuşkan" fakat bugün değil. Zira şuradan kalkamayacak kadar sarhoşum. Ev senin, istediğini yap. Yarın görüşmek üzere.
Kseniya şezlonguna boylu boyunca uzanırken Uladzislau kalkarak yanından uzaklaştı ve villaya girdi. Kahya kendisini üst kattaki bir odaya buyur ederek formalite kısmını bitirerek yanından ayrıldı. Uladzislau iki odalı ve banyolu küçük bir misafir bölümündeydi. Manzarası Vilyeyka Gölüne doğruydu. Camdan dışarıya baktı. Kseniya hala aynı şezlongda uzanıyor ve şarabını içmeye devam ediyordu. Genç adam gözlerini Kuzey ışıklarına ve kendisi görünmese de ışığı görünen güneşe doğru baktı. Yeni bir sayfa açıyordu, kalemin kendi elinde olduğunu hissediyor ve tarifsiz bir heyecan duyuyordu.
"что есть, то есть"
---
"Ubejişçe Gumayuna/Gumayun'un Sığınağı", Sosenka, BY
Temmuz 1, 2076, 07.00
Uladzislau'nun uykusu derin değildi lakin adı söylenmedikçe de kolay uyanabilen birisi değildi. Bu yüzden odasında bulunan kahya ile hizmetçiyi fark etmemişti. Kahya perdeleri ve camları açtı ve "Gospodin Varabey. Lütfen uyanınız." diye gayet yüksek bir tonla seslendi. Uladzislau gözünü açtığında ilk olarak hizmetçi kadını gördü. Klasik Fransız stili bir elbise giyiyordu. Uladzislau çatlak bir sesle "Ne için?" diye sordu.
-Gospodina Kseniya'nın direktifleri doğrultusunda gün içi takviminiz hazırlandı. Önümüzdeki bir saat kahvaltı ve hazırlanmanız için ayrıldı. Bu yüzden fazla bir zamanınız olduğunu söyleyemem efendim.
Uladzislau sessizce ve öylece durmaya devam etti. Hizmetçi kadın elinde iki askı ile eğilerek yatağın hizasına geldi ve takım elbise ile biraz daha sportif iki kombini kendisine göstermeye çalıştı.
-Efendim hangisini tercih edersiniz. Birkaç model de şurada var. Eğer istediğiniz başka bir şey varsa söyleyiniz. İsterseniz tablet vereyim ve seçin.
Uladzislau yalnızca elini oynatarak sportif kombini gösterdi. Ve yüzünün kadrajına bu sefer kahya girdi.
-Efendim adım Dmitri. Hizmetinizdeyim. Bugün size ben eşlik edeceğim ve derhal yataktan kalkmanızı salık veriyorum. Kseniya Hanım çoktan yemek odasına giriş yapmış. Belki kendisiyle konuşacaklarınız vardır.
-Sanmıyorum.
Kahya biraz alaycı bir gülümseme ile Uladzislau'a baktı.
-Gospodina'mızın olabilir.
Uladzislau dik dik kahyaya baktı fakat bir şey demeden ayaklandı. Kahya bir baş selamı vererek odayı terk ederken hizmetçi onunla kalmaya devam etti. Uladzislau ayaklanıp odasının banyosuna ilerleyince dış kapıdan tekerlekli masayı içeriye doğru soktu. Masanın üstünde garip taşlar, sabunlar ve masanın altındaki bölmede de huş ağacından yapılma «Venik» öbeği vardı. Yaprakları halen taze görünüyordu. "Bunlar da ne?" diye sordu.
-Yıkanmanız durumunda lazım olabilecek eşyalarınız. Bize bu odanın kullanılacağı bildirilmemişti. Siz uyurken de içeri giremeyeceğimiz için şimdi getirmek durumunda kaldık.
-Anladım, teşekkürler.
Uladzislau hizmetçinin gitmesini bekliyordu fakat hizmetçi pek de odayı terk edecekmiş gibi durmuyordu. Uladzislau durumdan rahatsızlığını ve anlamsızlığını yüzüne yansıtmıştı. Hizmetçi "Venik ile kendinizi dövecek haliniz yok ya." dedi.
-Adın neydi senin?
-Pelageya.
-Pelageya moya. Eğer bir ihtiyacım olursa ilk sana sesleneceğim.
-Peki efendim.
Hizmetçinin de çıkması ile Uladzislau kapıyı kilitledi ve yeniden yatağına sırt üstü uzandı. Hala uykusu vardı aslında fakat "sorumluluk" bilinci gözlerini açık tutuyordu. "Alisa." dedi ve odada sanal asistanın olup olmadığını kontrol etti. Yatak başlığının arkasından bir melodik ses yükseldi ve ardından karşılık verdi: "Sizi dinliyorum."
-ID: IvanDrago420, Şifre: Antalya07
-Hoşgeldin Sayın Ivan. Mülke tanımlı olmadığınız için durumunuzu misafir modu olarak ayarlamak zorundayım.
-Ayıklamalık, rastgele çal.
---
07.43
Dmitri'nin arkasından yavaş yavaş merdivenleri iniyordu ve birkaç kat ile koridoru aştıktan sonra «Yemek Odası»'na vardı. Yaklaşık 8 kişilik rengi sarımsı fakat bolca verniklenmiş bir ağaçtan yapılma masasının en uç köşesinde Kseniya oturuyordu. Hemen yanı başında bir başka hizmetçi bulunurken onun yanında da az önce yanında bulunan Pelageya bulunuyordu. Masada bembeyaz bir örtü seriliydi. Kseniya'nın önünde salata, süt ve bir adet de yumurtadan oluşan oldukça sadece bir menüsü vardı. Uladzislau masaya doğru ilerlerken Pelageya Kseniya'nın hemen solundaki sandalyeyi geri çekerek bir nevî kendisine oturması gereken yeri göstermişti. Ardından da "Ne arzu ederdiniz" diye sordu. Uladzislau pek de seçiçi olmadı. "Aynısı kâfi" dedi. Kseniya sol kolunu ve işaret parmağını kaldırarak "Bal, Zapekanka ve yulaf lapası da getirin." diye ekledi.
-Gerçekten pek bir şey yiyesim yok.
-Sen bir erkeksin, öyleyse erkek gibi davran.
Uladzislau bu lafa biraz bozulsa da pek de üstelemedi. Birkaç dakika içinde istenilen şeyler aynen geldi. Bu sırada Kseniya yiyeceğini yemiş ve karanfil ile tarçınla demlenmiş çayını içmekteydi.
-Durumunu düşündüm. Fazla değil fakat yeterince. İsteğini reddedeceğim zira bu dileğini yerine getirebilecek durumda değilim. Zira bunu "Varabey" parası ile yapacaksan eninde sonunda abimin imzasına muhtaç kalacaksın nihayetinde bu imzayı alsan bile hayatında pek de değişen bir şey olmayacak. Fakat sana yardımcı olacağım.
-Nasıl olacakmış o.
-Benim çalışanım olacaksın.
-Ne olarak?
-Bilmem, Asistanım? Çaycım? Elçim? Korumam, hem Gelişmiş değil misin zaten?
-Amaç nedir peki?
Kseniya çayından bir yudum daha aldı ve masaya doğru eğilerek Uladzislau'nun gözlerine baktı.
-Kaç yaşındasın sen.
-23
-Bu 23 yılın kaçında Alya'dan ayrı başına kaldın?
-Muhtemelen hiç.
-Öyleyse önce amaç bu. Hayat hakkında hiçbir fikrin yok. Zorluk ne bilmiyorsun. Stres altında "patlamazsan" iyi.
Uladzislau göndermeyi anlamıştı. Kendisi üzerinde yapılan deneylerden Kseniya haberdardı ya da denk gelmiş bir tesadüfü abartıyordu.
-Peki ama ne yapacağım?
-Dedim ya. Toplantılarıma gelip çantamı tutacaksın, çayımı katacaksın, ayağımı ovalayacaksın, kısacası her an yanımda duracaksın. Paranın nereden geldiğini göreceksin. Paranın nasıl geldiğini göreceksin. Paranın nasıl gittiğini göreceksin ve nihayetinde bunları kendi başına yapmayı öğreneceksin.
-Pekala.
-Benim yanımda ismin Vladislav Rudenko. Petersburglusun. GSOM SPbU mezunusun. Abim bu isminin ve durumun farkında olacak lakin onun yanına pek uğramamaya çalış zira bu tarz durumlarda aklı bir karış havada olur.
-Başka bilmem gereken bir şey var mı?
-Benim bilmem gereken başka bir şey yok. Öyleyse gerisi senin işin. Uydur bir şeyler, doğaçlama falan yap, ne bileyim...
-Anlaşıldı.
-Anlaşıldı, Efendim.
-Anlaşıldı, Efendim...
---
Varabei Holding, Minsk, BY
09.13
Aurus marka lacivert bir araba Varabei Holding'in önünde durdu ve ön sağ kapıdan önce "Vladislav" indi ve Kseniya'nın kapısını açtı. Vladislav güne Pelageya'nın gösterdiği spor elbiselerle başlamış olsa da şu anda onun diğer elinde bulunan Siyah-Kırmızı takım elbiseyi giyiyordu. Kseniya ise koyu fakat simler ile parlatılmış yeşil bir blazer ve etek giyiyordu. Döner kapıdan geçtiğinden bu yana topuklu ayakkabılarından çıkan yankı ise bütün lobiyi kendisine bakmayı zorluyordu. Kimse çıt etmiyor ve sanki onun geçmesini bekliyordu. Vladislav ise hemen arkasında yürüyor ve -içinde kalem ve boş kağıttan başka hiçbir şey olmayan- bir bond çanta taşıyordu. Resepsiyondaki iki genç istemeden senkronize olarak "Hoşgeldiniz Efendim" dedi fakat Kseniya hiç oralı olmayarak yürümeye devam etti. Birkaç saniye sonra asansöre ulaştılar. Uladzislau kimsenin olmayışından faydalanarak rolü bozdu ve "Yapmam gereken herhangi bir şey var mı?" fakat Kseniya ona sadece baktı. Bu bakışlar öylesine yakıcı ve aşağılayıcıydı ki Uladzislau ilk kez böyle bir şeyle karşı karşıyaydı. Ne yapacağını bilemedi ve gözlerini ondan kaçırarak asansörün ekranına baktı.
55 katlı binanın 52. katında durdular ve önce Kseniya dışarı çıktı. Asansör kapısının hemen yanında Uladzislau'dan belki bir yaş büyük bir kadın karşıladı. Elinde bir karton kahve bardağıyla bekliyordu. Çıkar çıkmaz "Hoş geldiniz Kseniya Hanım." dedi ve elindeki bardağı Kseniya'ya doğru uzattı. Kseniya'nın hemen arkasından da Uladzislau'ın çıkması onu ziyadesiyle şaşırttı. Kseniya ise hiç durmadan ofisine doğru yürümeye devam ediyordu. Genç adam teklemeden yürümeye devam ederken kahveyi veren kadın biraz tekleyip yürümeye başladı. Fısıldayarak "Sen de kimsin?" diye sordu. Uladzislau da "Vladislav Rudenko. Kseniya Hanım'ın asistanıyım." dedi. Kadın bir anda afallayarak yerinde kaldı. "Ne zamandan beri?" diye sordu fakat Vladislav onu pek de beklemeden yürümeye devam etti. İşten kovulup kovulmadığı tedirginliğini yaşamaya başladı. Bu donukluğunu atarak hızlı adımlarla onları yakalamaya çalıştı.
Kseniya'nın ofise girdiklerinde kendilerini batıya doğru bakan ve bütün duvarları camekan bir odaya geldiler. Kseniya'nın masası batı duvarının önünde içe doğru bakarken diğer masa kapının hemen yanında ve Kseniya'nınkine göre oldukça küçük duruyordu. İkisinin üstünde birer hatlı telefon ve bir adet geniş ekranlı tablet bulunuyordu. Etrafta devetabanı, orkide gibi süs için konulmuş birkaç saksı dışında görünen bir dekor yoktu.
Kseniya yerine oturdu ve az önce kahveyi veren kadın az önce masasından aldığı dosyadan birkaç kağıt çıkararak Kseniya'nın önüne koydu. Uladzislau nereye geçeceğini bilemediği için Kseniya'nın sağ çaprazında öylece duruyordu. Uzatılan kağıtlara baktı. Birisinin üstünde "ODKA (Orta Doğu ve Kuzey Afrika) Pazar Günü Borsa Akışı", birisinin üstünde "BRICS Gece Raporu" yazarken daha altlarda kalan raporları göremiyordu. Kseniya "Teşekkürler Nastya. dedi.
-Raporların kopyalarını E-bloknotunuza yolladım.
-Hıhım.
-İran, İsveç ve Tayvan hususunda istediğiniz keşif raporları geldi. Mail kutunuzda efendim.
-Hıhım
-Takviminizle alakalı bilmem gereken bir şey var mı efendim.
-Hayır. Üç ayrı toplantımız vardı değil mi? Kolombiyalılar, Kırgızlar ve..?
-Yerel bir girişimci grubu efendim.
-Ha evet öyleydi.
Nastya endişeden kıpır kıpırdı. Uladzislau'ın yapacak başka hiçbir işi olmadığı için iki kadını izliyordu. Bu sırada Nastya ile bakıştılar, genç kadın cesaretini toplayarak yeniden söze girdi:
-Efendim ben... Halen daha asistanınızım değil mi?
-Tabii ki, aksi mi iletildi?
-Yeni gelen arkadaşımızın da görevi asistanlıkmış. Ondan sordum.
-Ha evet. Vladislav, bundan böyle beraber çalışacaksınız fakat onun görev tanımı seninkinden biraz daha farklı. Birbirinizle pek çakışacağınız bir durum olacağını sanmıyorum.
Genç kadın rahatlamış görünüyordu. Bu sırada Vladislav baş selamı vererek gülümsedi. Kadın da aynı şekilde selam vererek neşeyle dosyalarını toparladı. "Başka bir isteğiniz var mıydı efendim?" diye sordu.
-İlk toplantımız 10.30'daydı değil mi?
-Evet efendim.
-Takvimin kopyasını Vladislav'a atar mısın?
-Tabii ki.
-Güzel, çekilebilirsin Nastya.
Nastya yerine doğru yürürken Vladislav öylece ayakta kalmıştı ve kimsenin de bu duruma bir şey dediği yokmuş gibi duruyordu. Kseniya'ya 'Ben ayakta mı duracağım' diye de soramıyordu ve etrafta uğraşacağı hiçbir şeyin de olmaması onu neredeyse delirtiyor ve hızla yoruyordu. 'Bari yeniden bir şeyler konuşsalar' diye iç geçirdi ve öylece beklemeye başladı.
En fazla yarım saat daha, sonra bir şeyler olacak. Umarım