[American Gods] Oral- Hayır, Oryantasyon

User avatar
Synapse
American Gods
American Gods
Posts: 41
Joined: 25 May 2024, 01:52

Patron, Hazel'ın teatral takılmalarını hiç umursamamıştı. Hatta John iyi çocuk onunla romantizm yürütsene filan demişti. Hazel'ın romantizmle filan ne işi vardı ki? "Ne alaka amınake?" James'in kafasına fırlattığı araba anahtarı ile bu konuda daha fazla yorum yapmasına imkan kalmadan dikkati dağıldı. Eğitim için depo ayarlamıştı. Benim arabayı alın diyordu bir de. Arabasının tek parça kalacağından oldukça emin gibiydi. "Cansın sen aşkosun sen James <3 Ben şunları da alıyorum o zaman." Bar masasının üzerindeki birkaç içki şişesini kucaklayarak dışarı koştu.

Robbie ile birlikte dışarı çıktılar. James tabi ki de gri renk 70'lerden kalma bir klasik kullanıyordu. Hazel heyecanla arabaya koşarak bagajına şişeleri yerleştirdikten sonra sürücü koltuğuna oturdu. "Offf James de fiyakalı adam he!" Eskimiş deri kokusu çok seksi kokuyordu. Robert yanına geçince hemen anahtarı takarak motoru çalıştırdı. Neyse ki çalıştırmak için zorlanmamıştı. Araba çalışır çalışmaz radyosu açılınca slow bir parça duyulmuştu. Robert sanki bok kokusu almış gibi hemen kapatmış daha punk rock bir şey açmıştı. Sum 41 isimli bir gruptu ve Robbie bu grubu sevdiğini söylemişti. Ona ne dinlediğini sormuştu. "Bilmem Vybe'ıma göre değişiyor MUAHAHAHAHAHAH" Kendi yaptığı şakaya kahkaha atarken park alanından çıktı ve ana yola girdi.

Kısa ama oldukça çalkantılı bir yolculuk olmuştu. Hazel trafikte beklemekten de, trafik ışıklarından da, kurallardan da pek hoşlanmazdı. Tam bir eşkıya gibi sürüyordu arabayı. Bunca zamandır araba kullanma yetenekleri bir gıdım gelişmemişti. Makas atmalar, çaprazlamalar, ters yöne girmeler, aniden direksiyonu kırmalar... Hazel kahkahalar atıp eğlenirken yan koltuktaki Robbie için hayatının en zorlu araba yolculuğu olmuşa benziyordu. James'in bahsettiği depo şehrin dışında tenha bir fabrika bölgesindeydi. Hazel hızla dalıp arabayı şak diye el frenini çekerek durdurmuştu. Öyle park filan da etmemişti. Rastgele canı nasıl isterse durmuştu. Arabadan indiklerinde Robbie'nin sırtına pat pat vurdu. "Çok iyi araba kullanıyorum ben he! Nedense ekiptekiler pek izin vermiyorlar kullanmama." Unutmadan arabanın bagajından içki şişelerini çıkardı.

Tavandan zincirlerin sarktığı, paslı, rutubetli eski bir depoydu burası. Zemini betondandı. "Iyy burada fare hamam böceği çıyan filan olmasın!" dedi Hazel iğrenerek etrafa bakarken. Robert ona dönerek şimdi ne yapacaklarını sormuştu. "Şimdi senin ses dalgalarını kontrol etmeni sağlayacağız canikom." dedi Hazel cebinden çıkardığı kulaklığı takarken. Bir kulaklık da Robbie'ye fırlattı. Kablosuz kulaklıklardı. "Madem Sum 41 seviyorsun..."



Robbie'nin seveceği bir parçayı başlattı. Her ikisinin kulağından da aynı müzik geliyordu. İçki şişelerini deponun çeşitli bölgelerine dizdi. "Şimdiiiiii. Bunları patlatmayı dene bakalım. Müziğin ritmini takip edebilirsin. Sadece şişelere odaklanmanı istiyorum. Hepsini aynı anda değil, silahla vurur gibi sırayla. Pat pat pat!"
Image
User avatar
V
American Gods
American Gods
Posts: 44
Joined: 24 May 2024, 23:53

John'un bir anda öksürmeye başlamasından, aslında onun Hazel'a karşı boş olmadığını, belki de aklından bazı düşünceler geçirdiğini anlamıştım. Çete içerisinde bir ilişki yaşanmasına pek olumlu bakmasam da, bu ilişkinin iyi olabileceğini de düşünüyordum. Şimdilik, bunu çok deşmemeye karar verdim, zira ani bir karar alarak söylemiştim bunu ve çete içinde ne gibi sorunlara sebep olacağını düşünmemiştim. Özellikle, bir birliktelik olursa ve durum ayrılığa giderse, vahim bir konu olurdu. Böyle şeylerin bizi içten çökertecek şeyler olduğunu da bilmek gerekiyordu. Bu yüzden, öksürüğüne karşılık sırtına dostane bir şekilde vurmuştum. James yanımızdan geçerken John'a karşı güldüğünde, sakin bir şekilde konuşmaya başladım. "Bu tarz şeylere çok takılma. Daha önce adam öldürdün mü?" Birisini dövmek çok başka, öldürmek çok başka eylemlerdi. Arkadaşlarımdan gördüğüm kadarıyla, ilk öldürme mide bulantısını beraberinde getiriyordu. Sonrasında, ikincide, hatta belki üçüncüde alışabiliyorlardı. Bazı insanların büyüme şekli, onları ölümle her zaman bir arada tuttuğundan, onların midesi bulanmayabiliyordu. John, mide bulantısı yaşayacak sınıfa girecek gibi gözüküyordu.

Yousef'in gelişiyle birlikte John'la ikisi şakalaşmaya başladılar, bense ciddiyetimi korudum. Arabanın kapısını açıp içeriye oturduktan sonra, elimdeki dosyayı tekrardan açtım. Dava sebeplerine neredeyse gülecektim, ama kendimi tuttum. Herhangi bir depreme sebep olmak istemiyordum. Birkaç dakika düşündükten sonra, Sophia'dan başlamaya karar verdim. Öncelikle onu kaçıracaktım. Sonrasında muhtemelen Marina'ya dönerdim diye düşünüyordum, fiziksel zararın ne olduğunu ona öğretmek çok eğlenceli olurdu. Bu yüzden, dosyadaki ismi Yousef'e gösterdim. "Sophia'nın evine gideceğiz. Evin önünde dur, etrafı gözetle. Biz konuşmayı yaptıktan sonra araca bindireceğiz. Bakalım gerçekten yeni bir iş bulamıyor mu?" Talimatları verdikten sonra, Yousef'in sürüşüyle birlikte gidene kadar etrafı izlemeyi düşünüyordum. Sessiz yolculukları severdim, gerçi John yanımdayken ne kadar sessiz olabilirdik, bilmiyorum.
Image
User avatar
GM - Veil
Admin
Admin
Posts: 57
Joined: 30 Oct 2023, 23:23

Synapse: Robert, kulağında çalan müziğe bir an bakıyor, sonra sana dönüyor. Dudaklarının kenarında tereddütlü bir gülümseme var. "Abla ben sana şuradan açayım o şarkıyı." diyerek kendi cebinden küçük, siyah bir kutu çıkarıyor. İçinden pürüzsüz, mat kaplamalı kulaklıklar çıkıyor. Sana uzatırken başını yana eğiyor. "Bu farklı bir maddeden yapılma. Ses dalgaları bazen elektronik cihazları bozabiliyor. Senin kulaklık riskli olur. Boşuna zarar görmesin, riske girmeyelim." Sana nazik ama kararlı bir bakış atıyor. İstediğinin ciddi olduğunu anlıyorsun. Sen de kulaklığını çıkarıp onun verdiğini takıyorsun. Bu sırada Robert derin bir nefes alıyor, birkaç adım geri çekilmeni işaret ediyor.

Depodaki havayı yırtan ilk ses onun ciğerlerinden kopuyor. Bir bağırış, bir çığlık değil de, bir dalga gibi. Beton duvarlardan yankılanıyor. Önündeki ilk şişe bir anda patlıyor, cam parçaları her yana saçılıyor. Sonra ritmi yakalıyor, müziğin vuruşlarına senkron oluyor. Her pat dediğinde başka bir şişe paramparça oluyor. Birincisi, ikincisi, üçüncüsü... Her biri tek tek, sanki tüfekle vurulmuş gibi tuzla buz. Depodaki sessizlik, camların düşüşünden sonra geri dönüyor. Robert dizlerinin üzerine çöküyor, alnında ter damlaları beliriyor. Ama yüzünde, bugüne kadar görmediğin türden bir gurur var. İlk kez kendi gücünü güvenli bir alanda denemiş gibi.

Sen ona doğru yürürken, birden depoda hafif bir tıslama sesi duyuluyor. Tavandaki paslı zincirlerden biri sanki bir el tarafından itilmiş gibi kendi kendine sallanıyor. Arkadaki metal sürgülü kapının altından ince bir gölge kayıyor. Robert başını kaldırıp sana bakıyor, nefes nefese. "Abla sen de gördün mü?" O an içgüdülerin sana iki farklı yolun kapısını aralıyor. Birinde gölgeye karşı harekete geçip şüpheyi araştırmak var, diğerinde ise Robert’ın başarısını kutlayıp dikkatini dağıtmadan eğitime odaklanmak. Hangi yolu seçeceğin, senin kararına kalıyor.

V: Yousef direksiyonda hafifçe başını sallıyor, dudaklarının kenarında tanıdık bir tebessüm beliriyor. "Başüstüne efendim. Elbette." diye karşılık veriyor. Aracın motorunun ağır homurtusu eşlik ederken, sen kısa bir an için düşüncelere dalıyorsun. John’un birkaç dakika önce "Daha önce adam öldürmedim." diye verdiği cevabı zihnine yeniden düşüyor. Bunun onda nasıl bir iz bırakacağını, ilk öldürmenin mideyi nasıl altüst ettiğini gayet iyi biliyorsun. Herkesin hikayesi farklıdır, bazıları ilk kanla titrer, bazıları ise hiçbir şey hissetmez. Ama John’un yüzünde o anki mahcubiyet ve öksürük, onun zorlanacaklardan olduğunu sana hissettirmişti.

Yousef, kısa bir süre sonra dikiz aynasından sana bakıyor. "Vardık, efendim." Rolls-Royce, Florida’nın klasik banliyö mahallelerinden birine süzülerek duruyor. Geniş palmiye ağaçlarının aralarına serpiştirilmiş tek katlı pastel renkli evler sıraya dizilmiş. Çimenler biraz fazla uzamış, bazı bahçelerde paslı barbeküler, diğerlerinde çocukların plastik oyuncakları göze çarpıyor. Hava nemli ve akşam güneşi turuncu bir tabaka halinde ufku eritiyor. Komşuların birkaçında verandada sallanan sandalyeler var, köpek havlamaları uzaktan yankılanıyor. Sokakta eski model Ford ve Chevrolet araçlar park edilmiş, bir iki evin önünde saksı çiçekleri, rengarenk begonviller dikkat çekiyor. Sophia Reyes'in adresi, pastel sarıya boyanmış, küçük beyaz panjurlu bir ev. Önünde eski püskü bir bisiklet ve minik bir basketbol potası var.

Sen ve John arabadan iniyorsunuz. John kravatını düzeltip kısa bir iç çekiş bırakıyor, belli ki heyecanlı. Evin giriş kapısına doğru yürürken, toprak yolda cırcır böceklerinin sesleri eşlik ediyor. Kapı numarasını bulmak zor olmuyor, 701 numaralı evin hemen üzerinde küçük bir posta kutusu asılı. Elini kaldırıp kapıyı çalıyorsun. Birkaç saniye sessizlikten sonra kapı aralanıyor.

Karşınızda duran kadın orta boylu, uzun dalgalı kahverengi saçlarını alelacele arkaya toplamış. Üzerinde basit bir tişört ve şort var, ama gözleri panik dolu. Kapıyı biraz daha açınca, arka planda oyuncaklarla dağınık bir oturma odası görünüyor. Sophia dudaklarını ısırarak size bakıyor, sesi fısıltıya yakın çıkıyor. "Ne olur... sessiz olun... içeride çocuğum var." Gözbebekleri korkudan büyümüş, elleri titriyor. Yalvarır gibi bakıyor, nefesi hızlanıyor.
User avatar
V
American Gods
American Gods
Posts: 44
Joined: 24 May 2024, 23:53

John, daha önce adam öldürmemişti. Emindim, ilk cinayetinde midesi bulunacak, muhtemelen bu işten nefret edecekti. Onun adrenalinle dolacak bir çocuk olduğunu düşünmüyordum. Bu çocukların hepsi, birinin canını almanın havalı olduğunu sanıyor en başta, tanrı olabileceğini düşünüyorlar. Ölüme ve yaşama karar veren tanrı gibi, birisinin yaşamına karar vermenin en büyük yücelik olduğunu sanıyorlar. Sonrasında, hayatları boyunca kabuslarla, pişmanlıklarla baş etmeye çalışıyorlar.

"İlk cinayetimi işlediğimde 12 yaşındaydım."

Ellerimi, iç içe geçirip, karnımda kavuşturdum. Bir yandan etrafı izliyordum, bir yandan diğer bacağımı bacağımın üstüne atmıştım. John'a hayat dersi vermek gerekiyordu, bir gün ölürsem veya hapse girersem çeteyi ona devretmeye karar vermiştim. Bu çetenin liderliğini üstlenecekti. Onda bunu yapabilecek potansiyeli görüyordum, ancak eğitilmesi gerekiyordu. Bir cinayet işlememesi önemli değildi, ancak bunu midesinin kaldırması gerekiyordu. Bu işlerin içinde, ölüm sert bir gerçekti.

"Benim çocukluğum sert geçti. Bu yüzden ölüm, benim hayatımın her anında var olmuş bir gerçeklikti. O cansız bedenin karşısında, kaç dakika beklediğimi hatırlamıyorum. Gücü hissetmiştim, bütün damarlarımda akıyordu bu güç. Tanrının işine karışmış olmak, kendimi Tanrının Eli gibi hissettirmişti."

Gözlüğümü yukarıya doğru kaydırdım, etrafı daha canlı izlemek istiyordum.

"Yanımda çok insan öldü, bunlardan bazıları çok yakın dostumdu. Bazıları düşmanımdı. Yanımda ilk kez cinayet işleyenlere de şahit oldum. Bu kararı vermek çok zordur, verdiğin zamansa bir daha geri dönemezsin. Bu bir girdap gibidir, içine kapılırsan boğulana kadar çıkamazsın. Bir cinayet işlemeni, mecbur kalmadıkça istemem, ama şunu unutma John, ölüm sert bir gerçektir. Düşmanların için de geçerli, dostun için de. Bir gün bu kararı vermek zorunda kalırsan, bu dediklerim aklında bulunsun her zaman. Bu sert gerçeklik, büyük bir hızla motoru duvara toslamaktan farksız olacak. Asla peşini bırakmayacak."

John'a, başlangıç için gerekli olan hayat dersini verdikten sonra gelmiştik gelmemiz gereken adrese. Gözlüğümü tekrardan gözlerimin üstüne çekmiştim. Kapıyı sakince açtıktan sonra dışarıya çıktım. Küçük beyaz panjurlu bu tatlı evin önünde yaşanacakları düşünüyordum, John'un nasıl bir tepki vereceğini merak ediyordum. John'un kravatını düzeltişini izledikten sonra ilerlemeye başladım ve kapıyı çaldım. Orta boylu, uzun dalgalı kahverengi saçlarını arkaya toplamış, tişört ve şort giymiş bir kadın karşıladı bizi. Oyuncaklarla dağılmış bir oturma odasını görmüştüm. Sesi fısıltıyla çıkmıştı, içeride çocuğu olduğunu söylüyordu. Yalvarırcasına bakan gözlerine bir süre baktıktan sonra, gözlüğümü çıkartıp katladım, ardından gömleğime iliştirdim dik bir şekilde. Ne yapacağım kesindi, ama şimdi John'un diğer dersi başlıyordu. Bu yüzden, yapacağım şeyi biraz ertelemek istiyordum. Sophia'yı kolundan sakince tutup kendime doğru çektim, ardından da kapıyı ardımdan çekerek kapattım. Şimdi sadece üçümüzdük.

"John, bu durumda ne yapmayı tercih ederdin? Zor bir kararın içerisinde olduğumuzu biliyorsun, nasıl bir karar almak isterdin? Neyi değerlendirirdin?" Dedikten sonra, Sophia'nın kulağına doğru eğilip fısıldadım. "Sakin olmanı tavsiye ederim. Seninle konuşacağız, ama biraz bekle."
Image
User avatar
Synapse
American Gods
American Gods
Posts: 41
Joined: 25 May 2024, 01:52

Robbie cebinden siyah bir kulaklık çıkararak onu teklif etmişti kendi kullandıkları yerine. Ses dalgaları cihazları bozabildiği için riske atmamak adına bunu kullanmasını istemişti. "Tamam bebişim." Hazel kendi kulaklarını cebine geri sokuşturup onun verdiklerini geçirdi kuzu kuzu itiraz etmeden. Verdiği işaret ile de birkaç adım geri çekildi.

"Stormin' through the party like my name was El Niño
When I'm hangin' out, drinkin' in the back of an El Camino"


Robbie'nin ağzını açması ile birlikte beton duvarlardan yansıyan bir titreme hissetmişti. İşaret ettiği ilk şişe saliseler içinde parçalarına ayrılmıştı. Cam parçaları tuzla buz olurken dört bir yana saçılmıştı. "Oha!" Müziğin ritmiyle birlikte iki, üç, dört derken tüm şişeler sanki silahla hedef alınmış gibi patlamışlardı. Başka hiçbir hedef değil, yalnızca Hazel'ın gösterdiği şişeler.

"I don't wanna waste my time
Become another casualty of society
I'll never fall in line
Become another victim of your conformity and back down"


Şarkının son nakaratı kulaklarında oynamaya devam ediyordu hala. Ter içinde kalmış Robert dizlerinin üzerine çökmüştü. Yine de halinden memnun görünüyordu. İlk kez bu şekilde birisiyle gücü üzerine idman yapıyor olmalıydı. "Lan kerata sen az değilsin ha! Potansiyel var sende oğluuuum. Bizim Chris'i donunda sallarsın yakında." Hazel kıkır kıkır gülerek Robbie'ye yaklaşırken deponun arka tarafından hafif bir tıslama sesi duydu. Tavana asılı zincirlerden birisi de kendi kendine sallanmaya başlamıştı. İçeride ya bir şey ya da birisi vardı. Başını çevirdiğinde tam arkalarındaki metal kapının arkasından bir gölgenin geçtiğini gördü. "Kedi filan olmasın?" Kaşlarını çattı. "Depoyu James ayarlamıştı burada başka kimse olmamalı. Gidip bir kontrol edeyim ben." Daha ilk eğitim gününde öğrencisinin karşısında karizmayı çizdiremezdi ya.
Image
User avatar
GM - Veil
Admin
Admin
Posts: 57
Joined: 30 Oct 2023, 23:23

V: Kapı kapandıktan sonra içeride gergin bir sessizlik çöküyor. Sophia'nın nefesi hızlanmış, gözleri korkuyla dolmuş halde kolunu kurtarmaya çalışıyor ama çok da direnmeye cesaret edemiyor. Küçük bir titremeyle omuzlarını silkerek sende kalakalıyor. John, kapının yanında ayakta dikiliyor. Kravatını bir daha düzeltiyor, ama bu kez ellerinin titrediğini fark ediyorsun. Sana bakıyor, sonra Sophia’ya, sonra yere. Dudaklarını ısırıyor. "Patron..." diyor, sesi kısık. "Ben... çocuğum var diyor. Hani... bu durumda..." Sözünü toparlayamıyor. Derin bir nefes alıyor, kendine kızar gibi. "Ama bize ihanet etmişse, bedelini ödemesi lazım. Yani... ihanetin bahanesi olmaz, değil mi?"

Sophia hemen araya giriyor, içeridekiler duymasın diye fısıldıyor. "Ben kimseye ihanet etmedim. Sadece işsizim ve çocuklarıma bakamıyorum. Yalvarırım, çocuğumun önünde bir şey yapmayın..." John ona bakıyor, sonra sana dönüyor. "Patron, ben... burada seni dinlerim. Ama şunu bilmeni isterim. Eğer sen bana emir verirsen, yaparım. Ama kendi başıma karar vermem gerekseydi... sanırım çocuğunu düşünürdüm." O an sesinde hem korku hem de dürüstlük var. Onu test ettiğini biliyor, tereddüt ediyor ama kaçmıyor. Sophia, senin yüzüne bakarak nefes nefese yalvarıyor. Gözleri dolmuş, çaresizlikle fısıldıyor. "Benimle konuşabilirsiniz ama çocuğuma zarar vermeyin... Lütfen..."

Synapse: Robert, söylediklerine karşı hafifçe gülüyor, terden yapışmış saçlarını eliyle geriye itiyor. "Yok ya." diyor nefes nefese, yüzünde hem rahatlama hem de keyifli bir ifade var. "Chris abi ruhumu yer benim. Vallahi hayatta bulaşmam." Tam toparlanıp bir şey diyecekken, arkadan gelen o tıslama sesi yeniden kulaklarını dolduruyor. Zincir bu sefer biraz daha sert bir şekilde sallanıyor, paslı demirin gıcırtısı boş depoda yankılanıyor. Karizmanı ilk eğitim gününde düşürmeye niyetin yok, o yüzden ağır adımlarla arka kapıya yöneliyorsun.

Kapıya yaklaştığında, içeriden hafif bir hava akımı geliyor, sıcak ve nemli bir nefes gibi. Elini sürgüye uzattığında, soğuk demir avucuna yapışıyor. Yavaşça çekiyorsun ve sürgü gıcırdayarak açılıyor. Dışarısı karanlık, yalnızca sokak lambasının kırık sarı ışığı kapının önüne kadar uzanıyor. Bir gariplik var, gündüz vakti olduğuna eminsin. Ama orada bir şey var. Bir gölge, insan siluetine benzeyen, ama kıpırdadıkça şekli değişen bir şey. Bir adım öne çıktığında, gölge birden tavana doğru sıçrıyor, zincirlere tutunuyor. Zincirler gerginleşiyor, metalik bir çınlama yankılanıyor. Gözlerin karanlığa alıştığında fark ediyorsun. Bu bir insan... ama değil.

Çürük teni, yarısı yanmış gibi kabuk bağlamış yüzü, gözlerinde solgun sarı bir parıltı. Dudaklarının kenarından siyah bir sıvı akıyor. Sanki bedenine hala insan gibi komut veremeyen, yarı ölü bir yaratık. Bir Devils kalıntısı mı? Yoksa bambaşka bir şey mi? Zincirlerden birini kavrayıp bedenini aşağıya bırakıyor, ayakları betona çarptığında bir anlık sarsıntı yaratıyor. Ağzını açtığında kelimeler yerine cızırtılı bir uğultu çıkıyor. "...ro...b...e...rttt..."

O an arkandan gelen ayak seslerini duyuyorsun, Robert merakla kapıya yaklaşmış. Gözleri dehşet içinde büyüyor, ağzından tek bir kelime dökülüyor. "Abla... bu... bu şey insan değil!" Yaratık sendelemeden ileri atılıyor, zincirleri ardında sürükleyerek. Sanki hedefi doğrudan Robert. İçgüdülerin kafanda aynı anda birkaç yol açıyor. Belki burada hemen saldırıp çocuğunu koruyabilirsin. Belki de onunla iletişim kurmayı deneyip neden "Robert" ismini söylediğini öğrenebilirsin. Ya da belki aklında başka bir plan vardır.

Kapının hemen önünde, betona basmış durumdasın. Sağ omzun hala kapının sürgüsüne yakın, yani sırtını dayayıp hızla geri çekilmen mümkün. Robert ise senin arkanda, birkaç adım gerinde, kapının eşiğinde ürkek bir şekilde dikiliyor. Yaratık zincirlerden aşağıya sarktıktan sonra tam karşında, üç-dört metre uzaklıkta, yani kısa bir hamleyle üzerine atlayabilecek kadar yakın. Zincirlerin betona çarpmasıyla çıkardığı metalik ses kulaklarında çınlıyor ve onun gövdesi sana doğru her an yaklaşmaya hazır, kasılı halde bekliyor.

Ne yapacaksın?
User avatar
V
American Gods
American Gods
Posts: 44
Joined: 24 May 2024, 23:53

Sophia, gözleri korkuyla dolmuş bir halde kolunu kurtarmaya çalışsa da, direnmeye cesareti olmadığını görebiliyordum. John, sorumun cevabını vermeden önce kravatını bir kez daha düzeltmişti, ancak ellerinin titrediğini görebiliyordum. Gözleri, birkaç kez hedef değiştirdikten sonra dudaklarını ısırarak konuşmaya başladı. Çocuğu olduğu için, bu durumda ne yapacağını tam söyleyecekken, cümlesini değiştirmiş ve bize ihanet etmişse, bedelini ödemesi gerektiğini söylüyordu. İhanetin bahanesi olamayacağını belirttiğinde, bu cevabın tamamen benim ne yapacağım hususunda şekillendiğini öngörüyordum. Belki karşı çıkmak istemiyordu, belki de ihanetin bedelinin ödenmesinin sertlik, güç göstergesi olduğunu düşünüyordu. Bu konuda tam emin değildim, ancak cevabının kendi isteği ile çıkmadığını düşünüyordum. Sessizliğimi korumaya devam ettiğim sırada, gözlerim Sophia'nın gözleriyle buluştu.

Sophia, kimseye ihanet etmediğini söylüyordu, işsiz kaldığını ve çocuklarına bakamadığını söylüyordu. Çocuğunun önünde bir şey yapmaması için yalvarıyordu, derin bir nefes aldığım sırada, nefesimi veremeden John bu durumda beni dinleyeceğini, ne emir verirsem yapacağını söylüyordu. Ancak kendi başına bir karar vermesi gerektiği noktada, çocuğunu düşüneceğini söylüyordu. Güzel bir cevaptı. Çocuğuna zarar gelmesini istemeyen kadına doğru sakince gülümsedim ve aldığım derin nefesi yavaşça vermeye başladım. "Güzel cevap." dedim John'a bakmadan. Sonrasında Sophia'ya döndüm, gözlüğümü gözlerimden kaldırdım ve katlayarak gömleğimin yakasına sıkıştırdım ortasına doğru.

"Bu davayı açmanı Devils mi istedi Sophia?" Gözlerinin içine bakarak sorduğum sorunun cevabını almam gerekiyordu. Eğer bunu Devils istemişse, işler biraz daha karışacaktı. "Senin garson gibi görünen, ama gelir raporlarını toplayan bir iç muhbir olduğunu biliyorum. Hala Devils için önemli misin Sophia? Seni kaçırsam, çocuğunu kaçırsam, seni kurtarmaya gelirler mi?" Gözlerimden, ciddiyetimin aktığını görebilirdi. Beni zorlarsa, onu zaten bayıltıp kaçıracaktım ve bu gerçekliği tattıracaktım. Devils'in bir iç muhbir için kendilerini tehlikeye atmayacaklarından adım gibi emindim. "Cevabını ben vereyim istersen, senin gibi birini gözden çıkaracaktır. Çocuğun..." Gözlerimde ufak bir yumuşaklık oluştu. "Umurlarında bile olmayacak."

Bir süre sözlerimi sindirmesini bekledim, sonrasında tekrardan söze girdim. "Onların aksine, dürüstlüğünü, sadakatini bana vermeye karar verirsen, ben size bir gelecek sunabilirim. Kan olmayan, düzgün bir gelecek çizersiniz. Ama senden istediğim tek bir şey isterim." Sağ elimin işaret parmağını havaya kaldırdım bir tehditmiş gibi. "Dostluk. Dostluğunu isterim ve bana ihanet edersen, neler olacağını tahmin bile edemezsin." Parmağımı indirdikten sonra, yine derin bir nefes aldım. "Dostluğumu alırsan da, gerçekten sıkı bir dost olurum. Bir patron olmak haricinde, dostluğumu istediğin kişiye sorabilir, sorgulatabilirsin." Kadının üzerindeki stresi almak için, güç uygulamadan ellerimi omuzlarına koydum. Gerçi, benim için her türlü küçük sayılırdı bu omuzlar. Sonrasında, samimi bir şekilde gülümsedim. "Sana veya çocuğuna zarar vermek gibi bir niyetim yok. Sevdiğim insanlar olabilirsiniz. Emin ol, sevdiğim insanlar kim olursa olsunlar, onları asla gözden çıkarmam. Canımı verecek olsam bile. Devils'in aksine, benim sevdiklerim benim için değerlidir. En basit bir çalışan olsa da, çalışmayan ama tanıdığım birisi olsa da."

Ellerimi çektikten sonra, gözlüğümü tekrardan gözüme yerleştirdim. Üzerimdeki blazerı iki elimle düzelttikten sonra, gömleğimin ufak kırışan kısımlarını elimin tersiyle düzelttim. "Teklifimi değerlendirmeni bekliyor olacağım. Korkuyla değil, gerçekten kalbinle düşün. Çocuğuna hiçbir şartta zarar vermeyeceğim. Beni özel numaramdan arayabilirsin." Dedim ve arabaya doğru yürümeye başladım. Arabanın kapısını açıp, içine yerleştikten sonra, önce güzel bir puro yakacağım, ardından da dava dosyasını tekrardan elime alarak, Tony olarak bilinen Anthony Marquez'e doğru sürmesi için Yousef'e talimat vereceğim.
Image
User avatar
Synapse
American Gods
American Gods
Posts: 41
Joined: 25 May 2024, 01:52

Dış kapının sürgüsünü hızlıca açtı. Dışarıda karanlık bir gölge vardı. İnsana benziyordu ama bir yandan benzemiyordu da. Tövbe bismillamericangods bir şeydi. Ne olduğunu anlamak için bir adım öne doğru ilerlediğinde tuhaf varlık tavana doğru sıçradı. "O ney lan?!" Deponun tepesindeki zincirlere tutunmuştu. Dikkatli bakınca fark etti ki bu varlık insan şeklindeydi. İnsandan çok zombiye benziyordu. Ya da yenü nükleer bomba yemiş bir bölgeden zar zor kaçmış da bir damla su için dileniyor gibiydi. Ağzından zift gibi leş bir şey akıyordu. Zincirleri bırakıp kendini yere attığında Robert'ın ismini andıran garip bir sesler çıkarmıştı.

Arkadan gelen sesleri görünce Robert'ın olay yerine yaklaştığını fark etti. Tövbe bismillamericangods yaratığı görünce hayatının şokunu yaşamıştı tabi kerata. Aynı şoku Hazel da yaşamıştı da çaktırmamaya çalışıyordu. Robbie ağzını açıp şok edici gerçekleri söylemişti. Bu şey bir insan değildi? "Hadi ya, cidden mi? Ben de eski manitim sandım bunu yatağa atacaktım şimdi." Yaratık öne doğru atılmıştı. Bakışları, artık o kafa gibi görünen şeyde bakışlar varsa, Robert'a yönelikti. Hedefine onu almış gibiydi. Hazel tuhaf şeye tam yaklaştığı esnada ayağıyla gelişine bir tane koyacaktı. "Hoop! Ne istiyon la bizim keratadan? Nesin oğlum sen?"
Image
User avatar
GM - Veil
Admin
Admin
Posts: 57
Joined: 30 Oct 2023, 23:23

V: Sözlerini bitirdiğinde ortamın gergin havası yavaş yavaş yumuşamaya başlıyor. John’un ellerindeki titreme azalmış, omuzları biraz daha rahatlamış halde sana bakıyor. İçinden geçenleri söylemeye cesaret edemese de, yüzündeki ifade sana rahatladım diyor. Sen Sophia’ya teklifini sunmadan önce, kadın gözlerini yere indirip kısık bir sesle konuşuyor. "Bu davayı kendi başıma açmak zorunda kaldım. Devils bana asla böyle bir şey söylemedi. Ashley’nin ölümünden sonra, bir daha bana hiç ulaşmadılar. Ne aradılar, ne sordular. Ben sadece çocuğuma bakabilmek için..." Sözleri boğazında düğümleniyor, ama devam ediyor. "Beni önemsemezler, biliyorum. Onların gözünde ben bir hiçim. Ama sizin sözleriniz... bana umut verdi."

Sana uzun uzun bakıyor, sen de sözlerini bitirip uzaklaşmaya başladığında gözlerinden minnet okunuyor. John, sessizce arkanı izlerken, dudaklarından belli belirsiz "Görüşürüz." diye fısıldıyor. Ardınızdan Sophia titrek bir sesle sesleniyor. "Sizinle iletişime geçeceğim. Teşekkür ederim!" John kısa bir anlığına arkasını dönüyor, Sophia ile göz göze geliyorlar. İkisinin yüzünde de hafif bir gülümseme beliriyor, ardından John da seninle birlikte arabaya doğru dönüyor. Rolls-Royce’un kapılarını kapatıp içeri geçiyorsunuz.

Sıradaki durağın Anthony'nin adresi olduğunu belirtiyorsun. Yousef direksiyonu kırıyor, aracın ağır motoru karanlık sokaklarda yankılanıyor. Bir süre sonra araç, Miami’nin daha tehlikeli bölgelerinden birine giriyor. Burada evler bakımsız, bazıları terk edilmiş gibi. Sokak lambalarının çoğu yanmıyor, yanıp sönen neon ışıklar kırık tabelaların üzerinde parlıyor. Köşelerde şüpheli tipler toplanmış, arabayı süzerken sigaralarını yere atıyorlar. Anthony’nin adresi, iki katlı, tuğla duvarları dökülmüş, pencereleri eski panjurlarla kapatılmış bir ev. Önünde paslı bir kamyonet var, lastikleri neredeyse erimiş. Çimenler boy atmış, bahçedeki zincirli köpek bile halsiz görünüyor.

Araba ağır ağır evin önünde duruyor. John camdan dışarı bakarken mırıldanıyor. "Patron, bu herifin mahallesi pislik kaynıyor. İçeri girersek işimiz zor olabilir. Ama hallederiz." Evin önünde beklerken birden panjurların arasından bir el görünüyor, perdeler hızla çekilip kapanıyor. Kim olduğunu seçemiyorsunuz. Kapıya yürüyorsunuz, kapı numarasını kontrol ettikten sonra zili çalıyorsun. Birkaç saniye sessizlik. Ne bir ses, ne bir hareket. Kapı açılmıyor. John sana dönüyor, yüzünde ciddi bir ifade var. "Açayım mı patron?" diye soruyor. Tam o sırada, evin arka tarafından ince bir kapı gıcırdaması geliyor...

Synapse: Ayağını gelişine savurduğunda, varlığa tok bir tekme çakıyorsun. Çürük gövdesi sanki iskelet gibi esneyip bir anda yere savruluyor. Betonun üzerinde kayarken zincirler de arkasından sürükleniyor, kıvılcım gibi sesler çıkartıyor. Bir anlık sessizlik oluyor. Nefesini tutuyorsun. Robert ise arkanda kalakalmış, kaskatı. Ama yerdeki yaratık kıpırdamaya başlıyor. Yavaşça, tuhaf bir şekilde kemikleri çıtırdayarak, formu değişiyor. Çürümüş bedenin yerini beyaz tenli, kısa saçlı bir genç alıyor. Üzerindeki yırtık pantolon ve terli tişörtle doğrulurken, alnından sarkan terleri eliyle siliyor. Yere tükürüyor, sonra size bakıyor.

"N’apıyonuz ya?" Robert’ın gözleri faltaşı gibi açılıyor. "Brooks?!" diye bağırıyor, sesinde hem şaşkınlık hem de öfke var. Çocuk, artık genç bir adam olduğu belli, ayağa kalkıyor, pantolonunun tozunu siliyor. Yorgun bir gülümsemeyle karşılık veriyor. "Yav Robert. seninle beş yıl aynı yerde yaşadık be adam. Niye hala soyadımla sesleniyorsun bana?" Robert dönüp sana bakıyor, yüzünde açıklamaya çalışmanın gerginliği var. "Abla, bu çocuk benimle birlikte Devils için çalışmıştı. Hayal ettiği herhangi bir şeye dönüşebiliyor."

Genç çocuk Brooks omuz silkerek ekliyor. "Valla güzel bayan, kusura bakmayın. Ben kendimi daha hızlı ve aklı başında bir zombi yapmak istiyordum. O sırada bir sokak köpeğiyle karşılaştım, dikkatim dağıldı. Girdiğim formdan da hemen çıkamıyorum. Siz tekmeyi koyunca şooldu biraz." diyor ve gülümsüyor. "İzninizle." diyor, izin istemeden içeri dalıyor. Adımlarını sürüyerek, zincirlerin arasından geçip deponun geniş boşluğunu incelemeye başlıyor. "Aaa burası neymiş ya böyle?" diyor, metal raflara, köşedeki forkliftin paslı gövdesine bakarak. Robert arkadan açıklama yapmaya devam ediyor, mahcup bir şekilde açıklıyor. "Onu yedi yıldır falan görmüyorum. Devils çetesinden kaçmıştı."

Brooks hemen karşı çıkıyor, parmağını havaya kaldırıyor. "Devils çetesi benden kaçtı kardeşim. Eğri oturup doğru konuşalım." Sonra adımlarını sana doğru çeviriyor. Elini uzatıyor, kibarca eğiliyor. "Hanımefendi, ben Cole Brooks. Nam-ı diğer Copywrath! Memnun oldum, siz de oldunuz inşamericangods." Ardından kendinden emin bir gülüş bırakıyor. "Ben duyarım. Az önce dediniz. Duydum. Detaylara dikkat ederim ben." Robert kafasını yana eğip açıklıyor. "Ailesi Copyrite diye kaydettirmiş ama sonra Copywrath diye değiştirmiş kendisi gidip. Anlatmıştı bize."

Arada kısa bir sessizlik oluyor. Robert’ın yüzünde soru işareti var. "Ya abi, sen buraya nasıl geldin? Niye geldin?" Cole başını yana atıp, alaycı bir şekilde göz kırpıyor. "Telefonunun GPS’ine erişim sağladım kardeşim. Gelemez miyim? Görmek istedim seni. Kesinlikle acil bir işim olduğundan ve tehdit edildiğimden değil." Robert’ın kaşları çatılıyor, sesinde şüphe var. "Nasıl yani?" Cole hiç aldırmadan bu kez sana dönüyor. Bakışlarında ukalaca bir ciddiyet, dudaklarının kenarında hafif bir sırıtış var. "Alımlı, güzel ve ayıp olmasın ama gayet de seksi bayan hanımefendi. Anladığım kadarıyla Robert’ın yeni sevgilisi falansınız. Ya da baya umutsuz, malum tipi falan, sizi para ile buraya çağırdı, kalan parayla da burayı kiraladı herhalde. Kendisini bir iki saat ödünç almam mümkün mü?"

Robert’ın sesi bir anda sertleşiyor. "Birlikte çalışıyoruz. Geliştirilmiş kendisi. Biraz saygılı ol." Ardından sana dönüyor, yüzü kıpkırmızı. "Abla çok özür dilerim ya rezil etti beni..." Cole kollarını iki yana açıyor, umursamaz bir şekilde. "O halde sizi de dahil etme iznim var mı acaba? Hem belki birbirimize yardımımız dokunur ileride. Yok siktir git başımdan derseniz şu arkadaşı biraz ödünç alıp getirebilirim. Rica ediyorum sadece, zorlama yok." Son sözlerinde yüzü ciddileşiyor, gözlerindeki şakacı ışıltı kayboluyor. "Sadece bunu yapmazsam buradan çıktığım gibi rastgele bir sniper tarafından indirilme ihtimalim var da." Ve depo sessizleşiyor. Zincirlerin hafif gıcırtısı, Cole’un nefesi ve Robert’ın şaşkın bakışları arasında karar sana kalıyor.

Copywrath
Image
User avatar
Synapse
American Gods
American Gods
Posts: 41
Joined: 25 May 2024, 01:52

Ayağıyla bir tane geçirdiği yaratık lapışşş diye yere yapışmıştı. "Iyy o neydi be?" Robert dehşete kapılmış gibi arkasına saklanmıştı. Hazel de boka basmış gibi iğrenerek yaratığa vurduğu bacağına bakıyordu. "Bi' şey bulaşmamıştır di mi?" Tam o esnada yerdeki sümüksü yaratığımsı şey kıpırdayarak şekil değiştirmeye başlamıştı. Bir anda o iğrenç siyah ziftli yaratığın altından süt gibi beyaz tenli yakışıklı bir çocuk çıkmıştı. Üstü başı serseri punk gibiydi gerçi. Yere tükürüp tam sinirlenmişti ki Robbie çocuğu tanıyor gibi konuşmaya başlamıştı. Hazel açıklama bekler gibi ikisinin muhabbetini izlerken Robbie bu çocuğun Devils ile çalıştığını, hayal ettiği şeylere dönüşebildiğini söylemişti. "Bunu mu hayal etmiş?" diye dalga geçti Hazel ciddiyetsiz ses tonuyla. Adının Brooks olduğunu öğrendiği adam ona bir şeyler demişti. Zombi olmak istemişti de köpek mi ne dikkatini dağıtmıştı. Ama daha da önemlisi güzel bayan demişti. GÜZEL BAYAN. Hazel kendi kendine kıkırdamaya başladı, saçlarını falan geriye attı. Hehehe, güzeldi tabi be!

Çocuk izin filan istemeden şlak diye dalmıştı özel mekanlarına. Etrafı daha bugün doğmuş bir çocuğun heyecanı ile izlerken Robbie mahcup bir ifadeyle onun Devils çetesinden kaçtığını, yedi yıldır görüşmediklerini açıklamıştı. Brooks bunu duyunca hemen itiraz ederek Devils'in ondan kaçtığını iddia etmişti. Hazel sarkastik bir kahkaha patlattı. "Ay ne eğlenceli şeymişsin sen be." Özgüveni tavan olan tiplemeleri hep çok sevimli bulurdu. Çocuk oldukça centilmen bir tavırla elini uzatıp adının Cole Brooks olduğunu, geliştirilmiş adının ise Copywrath olduğunu söyleyerek Hazel'ın biraz evvel kendi ürettiği kendine patentli olan lafını da çalmıştı. "Hiçbir şey copyrightli kalmıyor sende anlaşılan. Lafları bile kopyalıyorsun." Robbie ona doğru eğilerek ailesinin adını ilk etapta Copyrite kaydettirdiğini, sonra kendisinin değiştirdiğini anlatınca beton duvarlarda yankılanan bir kahkaha kopardı Hazel. "American Gods iyiliğini vermesin senin be!"

Robbie, Cole'un buraya neden geldiğini sorduğunda telefon GPS'ine sızdığını söylemişti. "Oğlum GPS'ini açık mı bırakıyorsun sen ya?" Cole kendisine dönmüştü ukala bir sırıtış ile. Onu Robert ile sevgili ya da orospusu filan zannetmişti ama bundan daha önemlisi ALIMLI, GÜZEL ve GAYET DE SEKSİ olduğunu söylemişti. "Ay öyleyimdir biraz hehe." Övülmek böyle pohpohlanmak filan ne güzel şeydi be. Robbie onu uyararak saygılı olmasını söylemişti. Geliştirilmiş olduğunu duyunca çocuk onu da dahil etmek istemişti. Kabul etmezse de Robbie'yi ödünç almak istiyordu. Dışarı çıkarsam sniper indirir filan demişti. Hazel elini beline yerleştirdi çocuk azarlayacak gibi. "Ben daha olgun daddy tipleri seviyorum aslında ama şimdi öyle seksi alımlı filan dedin hoşuma gitmedi değil... AMA Robbie bana emanet edildi. Eğitiminden sorumluyum. Öyle bilmediğim kişilerin yanında yollayamam amaaaaa..." Cole'un yanına yaklaşıp çenesini sertçe tuttu ve sıktı. Yüzünü iyice kendi yüzüne yaklaştırdı. "Başındaki belanın ne olduğunu ve niyetini güzelce açıklarsan belki bir orta yol bulabiliriz. Yok açıklamam bile desen o güzel kafanın içine girip her şeyi öğrenebilirim bitanesi. O yüzden konuşmaya başla bakalım aşkımcım." Çok flörtöz ve fingirdek bir edayla da göz kırptı.
Image
Post Reply